Min'el Lâ
13 Ağustos 2022 Cumartesi
17 Şubat 2022 Perşembe
Günlük No: 18
Seni büyüten zaman, beni şaşırtıyor!
(Aslında bu kısımda "insan, biri söyleyene kadar kaç yaşında olduğunu bilmiyor." derler ya; daha küçücükken sevmeye başladığı bir çocuğun artık büyümüş olduğunu anladığı o ana kadar bilmiyormuş meğer. Mesela ben. Bilmiyordum. Hatta inanmazsın, zihnimde hâlâ seninle yaşıttım. Bu sabaha kadar! Bu sabah uyandım ve birdenbire... falan da diyebilirdim. Fakat kabul edelim, "şaşırtıyor" kadar havalı olmazdı. Evet, havalı! İnsanın taze sakalları ve hiçbir zaman güzelliğinden ödün vermeyen kıvırcık saçları olmayınca mecburen hava atmak için yeni şeyler icat ediyor kendisine bir yaştan sonra. Benim icadım da bu işte, kelimeler! Bazı anlamlara gelen kelimeler. Diyeceğim o ki çocuk; seni büyüten zaman, beni şaşırtıyor! Dahası, sözümün arkasındayım: Seni koruyan Allah'a inanmak öyle güzel ki! Bunu sen bilemezsin elbette. Bilse bilse amcan bilir, belki birazcık da ben.)
13 Ağustos 2021 Cuma
Günlük No: 17
İnsan, sevdiklerinin vesikalık fotoğraflarını cüzdanında taşır sanırdım. Sonra sonra öğrendim o fotoğrafların zamanla demirbaşa kaydedilip unutulduğunu. Kabul, her yeni cüzdanda kendilerine illa ki yer bulurlar; ama o kadar! Belki de sadece bu nakiller sırasında hatırlanır varlıkları. Bilirsin işte, daha sık bakmak üzere kararlar alınır ve asla uygulanmaz. Hayat! Bunu fark ettiğimde daha sık bakmaya başladım o fotoğraflara.
Cüzdanımda bir fotoğraf var. Kadrajdaki
herkesin aslında birbirinden mutsuz olduğunu yıllar sonra anladığım, o
durumdayken niçin fotoğraf çektirmek ihtiyacı hissettiklerine ise hâlâ akıl yettiremediğim
bir fotoğraf. Çocuğum. Önüme gelen herkesin “Yemeğini ye, dersini çalış; bitti.
Senden başka bir şey isteyen var mı evladım? Vallahi imreniyorum sana.” diye
nasihat ettiği öğrencilik yıllarım başlamamış henüz. Düşün, o kadar çocuğum. ‘Küt
kestirmeye nasıl ikna olduğumu bir tek Allah bilir saçı'mı kulağımın arkasına
atmışım. Ortasında nazar boncuğu olan beyaz kolyem ve fırfırlı, aradaki kırmızı
ve turuncuları saymazsak mavi elbisemle kalabalığın tam ortasındayım. Sanki
biri beni gıdıklıyormuş gibi karnımı tutarak, etrafımda olan
bitenden habersiz, gözlerim kapalı, sessiz bir kahkaha ile şiddetli bir kıkırdama arasında duran
tam bir kız çocuğu gülüşüyle oturuyorum birinin kucağında. Kim olduğunu bilmiyorum.
Çünkü fotoğraf bu kadar! Etrafta kim var, kim yok kesmişim. Gülüşümü, orada olmayı hak
etmeyenlerden kurtarmak istercesine kesmişim fotoğrafı büyür büyümez. Belki de kendimi o hâlimle, fotoğrafta gözlerim kapalı çıkacak diye tasalanmadan gönlümce gülerken saklamak istemişimdir. İnsan çocukluğunu bir yerlere saklamak, ara sıra uğrayıp hasret gidermek istiyor ne de olsa. Bilemiyorum.
Cüzdanımda altı fotoğraf var.
Annemin, babamın, kardeşimin ikişer tane vesikalık fotoğrafı. On veya on bir
sene önceki halleri. Onları hep öyle hatırlıyorum. Mesela yanımda oturan kadına bakıyorum. Son
yirmi beş senedir yaptığı gibi iplemeyeceğini bile bile, “annem ekmek alın
diyor” deyip cevap gelmediği anda ittiriveriyorum bacağını, kolunu… ayağıma yakın
neresi varsa artık orasını. Baksan koca kadın ama benim için hâlâ ekmek alma sırası için kavga
çıkaracağım küçük bir kız çocuğu.
Cüzdanımda bir fotoğraf var. Orta-1’de ailece gittiğimiz yaz tatilinde tanıştığım ve yüzünü bir daha hiç görmediğim Nesrin. On günlük tatilin sonunda kardeşliğimizin ilanı olarak lambada eteklerimizi birbirimize hediye ettiğimiz, 'ne cep telefonu var ne de e-mail zamanları'na özgü olarak birbirimizi unutmayalım diye vesikalık fotoğraflarımızı; sahildeki tezgâhtan aldığımız birbirinin aynısı mor renkli ve cırt cırtlı cüzdanlarımıza öpüp koyduğumuz Nesrin. Üniversite zamanı, gelen cep telefonu faturamı annemlere nasıl açıklayacağımı kara kara düşündüğüm sırada içine doğmuş gibi beni arayan, sesimden durumu anlayıp yeni girdiği işten aldığı ilk maaşıyla o faturayı ödeyen Nesrin. Deprem zamanı, tüm telefon ve adreslerin yazdığı defterim kaybolduğundan izini kaybettiğim, bilinmeyen numaralar servisinden abisiyle aynı isim ve soy isme sahip on milyar kişiyi aradıktan sonra doğru abinin ev telefonunu bulup kendimi nasıl tanıtacağımı düşünürken adımı söyler söylemez “Aaaa Nesrin’in Min’el, nerelerdesin sen? “ diyen Engin Abi’nin kardeşi Nesrin. Konuşmanın devamında, evlenip yurt dışına yerleştiğini ve yakın zamanda doğum yapacağını öğrenir öğrenmez yeni numarasını ve adresini öğrenip yeğenimin hediyelerini kargo ettiğim Nesrin’in fotoğrafı. Hani şu orta-1’de ailece gittiğimiz yaz tatilinde tanıştığım ve yüzünü bir daha hiç görmediğim, bu yüzden de her konuştuğumuzda onu o yaşta ve o fotoğrafındaki gibi hatırladığım arkadaşım Nesrin.
Cüzdanımda bir fotoğraf var. Rahmetli
Halit Akçatepe ve Kemal Sunal’ın yan yana oldukları bir kare. Uzun zaman
önceydi. O fotoğrafı görür görmez mutlu oldum. Durduk yere. Mutlu oldum. Sebebini
bilmiyorum ya da anlatmaya üşeniyorum şu an; emin değilim. Farklı zamanlarda,
farklı ruh hallerindeyken denedim; her seferinde aynı etki! Sakinleşmek, tekrar
umut etmek ve mutluluk. Baktım her defasında işe yarıyor, çıktısını alıp
cüzdanıma koydum. Ne vakit üzülsem çıkarıp bakıyorum. Duruma göre ya hafifliyor
ya geçiyor içimdeki o his; iyileşiyorum.
Cüzdanımda bir fotoğraf var. Zamanını tam hatırlayamıyorum, dört veya beş asır evveldi sanırım. Daha sonra; şehri belli bir noktadan izlemenin, sevdiğim birine konuşmakla aynı şey olduğu inancıma sebep duracak o yerdeyiz. Daha doğrusu sokağının başındaki kafede. Bir ara telefonla konuşmak için masadan kalkıp dışarı çıktı. O zamana kadar aklımda böyle bir şey yapmak yoktu aslında, bir anda oldu. Anlatayım. Kapının önünde durmuş, sağ elinde tuttuğu telefonla konuşmaya devam ederken sol elini arka cebine sokup uzaklara bakmaya başlamıştı. Arkası dönükken uzaklara baktığını nasıl bildiğimi sorma. Biliyorum işte! O anda kalkıp gizlice fotoğrafını çektim. Sanırım yüzünü unutmaktan korktum. Evet, korktum ve bu muhteşem eylemi gerçekleştirdim; yüzünün görünmediği bir fotoğrafını edindim. Böylece hem izni olmadan fotoğrafını çekmemiş sayıldım hem de elimde hayal olmadığına dair bir kanıt oldu, fena mı? Bence bu bakımdan hayli adil ve masum bir insanım. Üstelik o fotoğraf sayesinde tam da reçetedeki gibi eskimez sandığım özlemlerimi gidersin diye yedeğime ödünç sevinçler almış oldum. Az şey mi! Sadece özlem gidermeye yardım etmiş değil o fotoğraf; arkadaşım oldu, öğretmenim oldu, pusulam hatta cevap anahtarım oldu ya da kısaca; Kamran’ın yazdığı cevaplar kitabı. Oldu! Ne vakit iki seçenek arasında kalsa üçüncü bir yol icat eden ben, büyüdüğümde işlerin öyle olmadığını anladım ve her kararsız kalışımda o fotoğrafa bakmaya başladım. Sol elini arka cebine sokup “Yapma güzelim, sana yakışmaz.” dediğini hayal ettiğim her işten kaçındım. “Bunda bu kadar düşünecek ne var salak! Elbette yapacaksın, hem de hemen!” dediği şeylere koştum. Şükür hiç yanıltmadı. Başta kendim olmak üzere kimsenin başını öne eğmedim. Onun sayesinde. Şimdi ona sorsak; yok bir hikmetim, der. Hangi sır açık etmiş kendini, hangi gerçek hazine böbürlene böbürlene ben buradayım demiş ki o etsin, desin. Hiç! Dilerim sizin de varlığı kıymetli, kıymeti bâki dostlarınız olsun. Ömürleri uzun ve hayırlı olsun inşallah.
O değil de acaba
gizlice fotoğrafını çektiğimi itiraf etmiş miydim? Keessssin etmişimdir! Garip bir
şekilde sır saklayamıyorum ondan ya da yalan söyleyemiyorum. Sanki bu ikisinden
birini yapsam dostluğumuza ihanet etmiş olacağım gibime geliyor. Allahın cezası!
17 Şubat 2021 Çarşamba
Günlük No: 16
Kimi doğum gününde yaş alır, kimi her sene 1 Ocak’ta. Bu ikinci kısımda yer alanları eleştirecek değilim tabii. Sonuçta herkesin matematiği kendine!
Kimi insan kendisini büyüten olay ne zamandıysa o günü başlangıç kabul eder, hatta bazen bir mevsimin tamamını. Kimi insan hep aynı yaşta hissettiği o günü.
Kimi evlendiği öğleden sonrayı kabul eder de oturur yaş hesabına, kimi yeni hayatının ilk sabahı saydığı boşandığının ertesi günü uyanılan o yeni odada, o yeni perdeden sızan ışıkları.
Bazısı internette dolaşırken ünlülerin eski ve yeni fotoğraflarının yan yana koyulduğu bir siteye denk geldiğinde fark eder büyüdüğünü. Mesela kalem kaşlı Gülşen Bubikoğlu’nun o siyah beyaz fotoğrafını görünce – ki bazı dillerde siyah beyaz fotoğraf gençlik demektir- hayranlığı aklına gelir de tebessüm eder o filmin o sahnesini hatırlayarak her seferinde. Hani şu, Tarık Akan’ın seyir hâlindeki minibüsün tepesinden kendisini sarkıtıp da cam kenarındaki tekli koltukta oturmuş dışarıyı izleyen kızı öpüverdiği sahne. Derken bir sonraki sayfada aynı kadının şimdiki küt saçlı babaanne fotoğrafı çıkar karşısına. Aynı kadrajda koşturan torunları olur; elinde alışveriş poşetleri, ayağında bir markanın 5 nokta ayak taban sistemli ayakkabısı… Anlar ki hayli vakit geçmiştir. Tamam şimdi de bir başka güzeldir o kadın. Evet, yine. Evet hâlâ. Ama vakit geçmiştir işte. Üstelik hayli!
İnsan yaş aldığını türlü türlü vakitlerde anlar, türlü türlü durumlarda. Şüphesiz hepsi doğrudur, hepsi biricik. Mesela ben, Şubat gelince anlıyorum yaş aldığımı. Ve şükrediyorum, bu sene de ‘gördüm’ diye -hâlâ öyle mi bilmiyorum ama- kıvırcık saçlarını.